Kaymakamlığa bağlı “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu” nun önünde gördüğüm uzun kuyruk çekmişti dikkatimi. Merak ettim ve öğrendim: İnsanlar “fakirliklerini belgeleyerek” çeşitli adlar altında yardım almaya uğraşıyorlarmış.
Nedense ilginç geldi bana… Çocuk olduğum yıllarda durum tamamen farklıydı. “Fakirliği belgelemek” değil “fakirliğini gizlemek erdemdi”. Hani, “kâğıt (belge) üstü fakirler” türememişti daha çocuk olduğum yıllarda. Devletten yardım alınmaz, devlete yardım edilirdi o yıllarda… İnsanların yol yapımı, su kazısı vb. devlet işlerinde karşılıksız çalıştığı zamanlardı. “Devletin malı deniz…” olmamıştı anlayacağın.
Paranın geçmediği yıllardı. Ne kredi ne de kartı vardı kredinin… İşler ya “hatır-gönül” ilişkisi sıcaklığında veya “imece” toplumsallığında yapılırdı genellikle.
Komşunun işine yardıma gitmeye “keşik” denirdi bu günkü ön ödeme benzeri… “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” anlayışı hâkimdi en safından. Mevsimine göre işler belli bir sıraya koyulup “birlik beraberlik” içinde yapılırdı her zaman.
“Fak-fuk-fon”, “SDYF” vb. fonlar yardımlaşma ve dayanışmayı kâğıt üzerine indirgememişti. Yardımlaşma ve dayanışma insanların gönlünde kutsal bir duygu olarak karşılığını buluyordu. Bu duygulara devletin resmî eli değmediğinden insanlar fakirliklerini belgelemek adına türlü dümenler ve dolaplar peşinde koşturmuyordu. Bir elin verdiğinden öbür elin haberi olmuyordu.
İhtiyaç sahibine yapılan yardımlar “dizi film” gibi televizyon programları yapılmıyordu en gözü yaşlı ablalar(!) tarafından. Ne duygular sömürülüyordu reyting uğruna ne de insanlar… İnsanlar “liberalizm” in pençesine düşmemişti o yıllarda.
İnsanların ihtiyaçlarını kendi ürettikleriyle karşıladığı yıllardı. Herkes gücü ve arazisi oranında mevsimine göre ürünler yetiştirirdi. Nüfusa göre ihtiyaç kadarı tespit edilerek ayrılır -“zahra” denirdi buna konulduğu yere de “zahralık”- ihtiyaç fazlasından zekât verilir ve sonra komşuların “göz hakkı” dağıtılırdı büyük bir zevkle.
Toplumda kıskanma, kıskançlık duyguları yeşermemişti daha… Yardımlaşma ve dayanışmanın revaçta olduğu zamanlardı en karşılıksızından. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var.” atasözünün anlamı hâkimdi.
Şimdiki gibi bir kişi on kez gelinlik giymiyordu “evlen boşan, evlen boşan” tadında. Bir gelinlikle en az on kişi evleniyordu “bir yastıkta kocamasına”. Netice olarak “ veren el alan elden üstün” dü o yıllarda.
(80’DEN SONRA 90’DAN ÖNCE)
*
Mehmet Akif Önder